Edebiyat Dergisi
Yayınları
11659. Gösterim
Yedi İklim Dergisi, Sayı: 58, Ocak 1995
Nuri Pakdil’in dili kullanışı ve dille ne yapmaya çalıştığı konusunda bir şeyler söyleyebilmek için dille ilgili çağdaş yaklaşım ve yorumlara kısaca göz atmaz yararlı olacaktır.
Bilindiği gibi, dilin kullanılma sürecinde iki uç vardır. Bu uçlardan birinde özne, ötekinde ise nesne bulunduğu söylenebilir. Bizim sözlü ya da yazılı tüm etkinlilerimizin, başlı başına, bir dil içinde olduğunu da burada anmak gerekir. Yani dil kullanıldığında, konuşan ile dil arasındaki ilişkiye ağırlık verildiğinde önemli ve incelikli konuyu, ‘sözün doğruluk şartlarının nele olduğu’ sorusu oluşturur. Burada ağırlık, söz ve ifadelerin doğruluğunu tesbit etmek ya da belirlemek için hangi şartların bulunması gerektiği hususuna verilmektedir. Öte yandan, bu ağırlık konuşan ile dil arasındaki ilişkiye kaydırıldığında önemli olan konu, dili kullananların tavır ve yönelimleri olmaktadır. Bu ikinci yaklaşım, dili, insan davranış ve etkinliklerinin bir parçası olarak görür. Burada önemli olan husus, ‘anlam ile doğruluk arasındaki ilişkinin ne olduğu’ sorusu değil, ‘anlam ile kullanım ya da yönelimler arasındaki ilişkinin ne olduğu’ sorusudur. Kısaca, konuşan insan ne için konuşmakta, sözleriyle ne yapmaktadır.
Elbette, bu iki yaklaşım ve yorumun birbirinen bütünüyle bağımsız olduklarını söyleyemeyiz. Bunlar çeşitli biçimlerde birbiriyle karışır ve etkileşimde bulunurlar. Burada asıl söylemek istediğimiz, kendi tarihsel gelişim ve geleneğine sahip böyle iki kalın çizginin bulunmuş olması olgusudur. Biz bu yazıda, amacımız bakımından, büyük ölçüde ikinci yaklaşım üzerinde duracağız.
Konuya, konuşan (veya yazan) ile dil arasındaki ilişki açısından bakıldığında, konuşma, kurallı bir davranış kalıbına bağlanma olarak görülmektedir. Başka bir deyişle, konuşma kurallara göre eylemde bulunmadır.(1) Burada söylenmek istenen, cümlelerin kendi başlarına değil, hemen her zaman birtakım olgu ve olaylar örgüsü içinde ve belli bir amaca yönelik olarak ifade edildikleri gerçeğidir. Bu bakımdan, herhangi bir ifadenin anlamını kavramak için dili kullananların tutum ve yönelimlerini anlamak son derece önemli olmaktadır. Biraz önce söylediğimiz gibi, böyle bir yaklaşım, dil ile dış dünya arasında ne tür bir ilişki olduğu sorusunu görmezlikten gelmez, ancak bunu, konuşanın tavrı, yönelimleri ve belli bir amaca yönelik kurallı davranışları çerçevesinde dili olgu ve olaylar dünyasına nasıl bağladığını açıklayarak cevaplandırmaya çalışır. Burada asıl üzerinde durulan nokta, dil ile olgu ve olaylar dünyası arasındaki ilişkinin, konuşanların bu ilişkiyi nasıl kurdukları sorusuna bağlı olduğu hususudur. Böyle olunca, konuşma (ya da yazma); önerme kurma, emir verme, soru sorma, söz verme vs. gibi, ‘konuşma eylemi’ içinde olmak anlamına gelir.(2) Dolayısıyla, dil kuramı da bir eylem kuramının bir parçası olur. En sonu dil, bu anlamda, insan davranış ve yaşam biçiminin bir ifadesi olarak karşımıza çıkar.
Bir cümleyi söylemekle gerçekleştirilen konuşma eylemi genelde o cümlenin anlamının bir işlevi olmaktadır. Bir cümlenin anlamı, her durumda, o cümlenin belli bir şekilde ifade edimesiyle ne tür bir eylemde bulunulduğunu eşsiz bir biçimde belirlemez, çünkü biz konuşurken daima daha fazlasını kasdedebiliriz. Ne söylediğimizi kesin bir biçimde belirlememiz bizim için daima ilke olarak mümkündür. Bir cümlenin kesin anlamının belirlenmesinde konuşulan bağlamın çok büyük bir yeri vardır. Bu nedenle, bir cümlenin anlamının araştırılmasını, ilke olarak, konuşma eyleminin ve konuşma bağlamının araştırılmasından ayrı düşünmemek gerekir.
Bağlamın, cümlelerin bilgi taşıma ve anlam ifade etme tarzlarını etkilemesi ne ölçüde önemliyse, dili belli bir bağlam içinde kullanışımız da o ölçüde önemlidir. Biz konuşmakla birçok şey yapabiliriz. Söz vermek, bahse tutuşmak, uyarıda bulunmak, ad vermek, aday göstermek, tebrik sunmak ya da bir tanıklıkta yemin etmek gibi bir sürü işi gerçekleştirebiliriz. ‘Arkada bir görevli var!’ cümlesiyle yalnızca olumlu bir ifade kullanmakla kalmayız, aynı zamanda birisini uyarmış da oluruz. Bir cümlede teşekkür etme, söz verme, uyarma gibi eylem belirtici fiilleri (performative verbs) kullanarak, o cümlenin üstünde ve ötesinde daha başka işler de yaparız. Sözgelimi,
Bu işten vazgeçiyorum.
Geliştirmeye sözveriyorum.
Seni bilek güreşine davet ediyorum,
cümlelerini düşünelim. Konuşan kişi bu cümlelerden birini söylediğinde, ilave olarak, ‘söz verme’, ‘aday gösterme’ ya da ‘vazgeçme’ gibi bir başka iş daha becermektedir. Bir cümlede eylem belirtici fiil bulunup bulunmadığını anlamanın en kestirme yolu, o cümlenin, ‘Ben bu vesile ile...’ sözcükleriyle başlamasıdır. Burada eğik harflerle dizili ve ifadenin eyleme yönelik yönünü belirten kısım çoğu cümlelerde üstü örtülü olarak bulunur. ‘Ben bu vesile ile sizden bağışlanmamı diliyorum.’ cümlesi ile ‘Ben bu vesile ile sizi biliyorum.’ cümlesini karşılaştıracak olursak eylem belirticileri daha iyi anlayabiliriz.
Doğrusu, her ifade bir çeşit konuşma eylemidir. Hatta, ‘Yağmur yağıyor.’ cümlesinde olduğu gibi, açık bir eylem belirtici bulunmadığı zaman bile, onu, ‘Yağmurun yağdığım ifade ediyorum’ şeklinde anlamamızı mümkün kılan gizli bir ifade etme eylemi varsa, her türlü soru cümlesinde de bir sorgulama eylemi sözkonusudur.(3)
Birtakım şeyleri ifadelerle nasıl yaptığımızı anlamanın en kolay yolu konuşma eylemleri‘nin gereği gibi araştırılıp anlaşılmasından geçer. Burada içinde konuştuğumuz bağlamın son derece büyük bir önemi vardır. ‘Görüşelim!’ cümlesi, ifade edildiği bağlam ve koşullara bağlı olarak, ileriye yönelik bir iyi dilek belirtisi anlamını taşıyabileceği gibi, bundan, sözgelimi üzerinde çalışılmakta olan bir konunun ayrıca tartışılmayı gerektiren yönleri bulunduğu anlamı da çıkarılabilir. Hatta, sırasında böyle bir ifadeden ‘tehdit’ ya da ‘meydan okuma’ anlamlaını çıkarmak da son derece mümkündür. Sıradan gibi görünen herhangi bir ifade, yerine göre, bir uyarı, bir vaat, olgu ve olaylara ilişkin salt bir bildirim cümlesi, hatta bir tehdit olabilmektedir. Aynı cümlenin, ifade edildiği koşulllara bağlı olarak farklı anlamlar kazanmasına ‘söyleyiş gücü’ (illocutionary force) (4) denmektedir. Hemen hemen her konuşmada, söz, asıl anlamını belli bir amaca ya da tutuma yaslanan bu söyleyiş gücünden alır. İşte bu yüzden, sofraya oturulmak üzere iken çocuğumuza söylediğimiz ‘Ellerin kirli!’ cümlesi, ‘Git, ellerini yıka’ anlamına geldiği gibi; ‘Üşüyorum!’ cümlesi de, yerine göre, ‘Kapıyı kapatınız’ ya da ‘Sobayı yakınız.’ anlamlarına gelebilir. Bu bakımdan yazar (konuşan)’ın ne söylediğinden çok, onun ne yapmak istediğini, nereye varmaya çalıştığını ve temel tutumunun ne olduğunu anlamak daha önemli olmaktadır.
İmdi, Nuri Pakdil’in dilini, daha doğrusu ne yaptığını ya da nereye ulaşmaya çalıştığını anlamak için, önce onun hangi bağlamda konuştuğunu anlamak gerekir. Hemen her yazar için geçerli olan bu durum, Nuri Pakdil ve dili sözkonusu olduğunda özellikle üzerinde durulması gereken bir konu olarak karşımıza çıkar. Çünkü Nuri Pakdil’in hemen hemen her cümlesi bir tutum ve durumalışın dışavurumu niteliği taşıyan eylem belirtici (performative) ifadelerdir. Hatta bu ifadeler salt bir tutum izharı olarak kalmaz, doğrudan doğruya eylemle özdeşleşirler.
Nuri Pakdil’in tüm yazılarının en belirgin, en somut bağlamını genel olarak İslam uygarlığı ve bu uygarlığın çağ içindeki konumu, özel olarak ise bu ‘evrensel inanç sitesinin bir üyesi olan’ insanımızın kendi uygarlığımız ve başka uygarlıklar karşısındaki durumu oluşturur. İnsanımızın kendi uygarlığımıza yabancılaştırılarak, bunun yerine Batı uygarlığı ve değerlerinin dayatılması onun çağ içindeki konumunu dehşet verici bir duruma getirmiştir. Bunun sonucu olarak insanımız bir kimlik bunalımıyla karşı karşıya gelmiştir. Şimdi gündemi oluşturan en önemli konu, ‘inancın, törelerin, yığınları ulus yapan ortak davranışların, değer yargılarının, ulusal eserlerin birikimi olan uygarlığın’(4) özümlenmesi sorunudur. Doğrusu, uygarlığı ‘ancak ulus özümler yüreğinde... Bu özümlemeyi en ileri bilinc düzeyinde yoğunlaştıransa aydındır.’(5) Nuri Pakdil işte bu bağlamda ve bilinç düzeyinde yazan, tavrını ortaya koyan ve eylemde bulunan bu yazardır. Bu yüzden onun yazılarını anlamanın en kestirme yolu uygarlığımızdan geçer.
Bu bağlamda yazının en önemli işlevi düşünce, duygu ve duyarlılıkların sürekliliğini sağlamaktır. Bu görevin yerine getirilmesinde sözün de yazıya eş bir gücü vardır. Çünkü söz, âdeta, toplumun şahdamarıdır. Yazmak ya da konuşmak ‘kesintisiz bir kurşun akımının’ iletilmesi işini üstlenmektir. Bu anlamda her köşe başı bir şantiye olan ülkemizde yapı taşları olarak kullanılacak olan malzeme ise kelimelerdir. Kelime en etkili ve evrensel silahtır. Burada petrolün mü yoksa edebiyatın mı daha güçlü oluğunu sormaya gerek yoktur; güçlü olan her zaman edebiyattır. ‘Ülkemizin geleceği; ancak, geçmişini algılayabilmesiyle, yerli düşünce içinde oluşmuş uygarlığına dayanarak kendi kendini konumlamasıyla, çağa böyle yaslanmasıyla güvence altına alınabilir... Bu nedenle, oluşmakta olan yeni yerli edebiyatımız, yeni yerli kültürümüz, önce uygarlığına dönüşümü sağlamakla, o dönüşümü durdurucu tüm engelleri ortadan kaldırmakla yükümlüdür: buna bağlıdır varolma koşulu, özgün bir edebiyat, özgün bir sanat olma koşulu. Bu da başkaldırıyı gerektiriyor: tüm yabancılaşmaya başkaldırıyı.’(6)
Biraz önce, Nuri Pakdil’in hemen hemen her cümlesinin bir eylem belirtici ifade olduğunu söylemiştim. ‘Ben cümlelerimle, senin elini tutuyorum (altını ben çizdim T.K.) emekçi kardeşim’(7) cümlesinde bunu açık bir biçimde görmek mümkündür. Nuri Pakdil için yazmak yaşamakla aynı anlama gelir. Kimi yazarların anlayış ve tutumlarından farklı olarak, bu ikisini birbirinden ayrı tutmak şöyle dursun, bunların ayrı ayrı şeyler olduklarını düşünmek bile mümkün değildir. O, tavrını ve çağdaşlığını cümleler kurarak kanıtlamak ister. Çünkü yaşamak tanıklık yapmaktır. Bu yüzden, sözcükler onun, yalnızca konumunu açığa vuran ipuçları değil, bir yerde onlarla kendisini konumladığı dayanaklara dönüşürler. Zaten onun sözcüklerle inandırmaya, ikna etmeye; kısaca, gerçekleştirmeye çalıştığı şey önce kendisinin inandığı ve yaşadığı şeydir. Yazılarında yoğun bir seçim yapma etkinliği içinde olduğu, insana salt bir şeyler anlatma değil, onu gerilime sokma, ona bir direnç aşılama, hatta huzursuz kılma eylemi içinde bulunduğu açıkça görülür. Onun yaptığı bir ret ve kabul çizgisi üstünde sürekli bir başkaldırmadır. Bu arada, belki de çağın olumsuzluklarından ve insanımızın bu olumsuzluklar karşısındaki kötü konumundan dolayı reddi her zaman daha büyük olmuştur.
Nuri Pakdil, şaşırtılan insanları kelimelerle inanca ve bağlanmaya çağıran bir eylemci-yazardır. Burada eylemle edebiyatın birbirine karıştırıldığını söylenebilir. Ama, onun için görevin ne olduğu ancak ideolojik davranışlar içinde algılanıp anlaşıldığına, ve kalemin yükünün ise sorumluluğumuzu üstlenmek olduğuna göre, bundan başka çıkar yol yoktur. Konuşmak ya da yazmak, ‘kulluğun bilincine varmak için, başkalarına da o danyayı algılatmak için, sürekli yapılması gereken bir uyarıdır. (8) Bu bağlamda söz her şeyden önce gelir. Doğrusu, dünya var kılınmadan önce ‘Ol!’ emri vardı, yani ‘Önce söz vardı’. Söz ise, eninde sonunda eylem demektir.
Nuri Pakdil’in ne demek istediğini, daha doğrusu ne yaptığını iyi anlamak için, söz ya da yazının belirli koşullarda değişik anlamlar kazanmasına yolaçan söyleyiş gücünün (illocutionary force) göz önünde bulundurulması gerekir. Çünkü onun her cümlesi, hatta hemen hemen her kelimesi belli bir tavır ya da davranışın dile getirilmesidir. Söz gelimi, ‘direnç gömleğini giydim.’ sözü, ‘Sürekli okuyurum’ anlamına(9) gelebildiği gibi, ‘Sürekli yazıyorum.’ veya hatta ‘Çok uzun bir süre için susuyorum.’ anlamına da gelebilir. Ancak, buradaki ‘susuyorum’un da hangi anlama geldiğini ayrıca değerlendirmek ve belli koşulları göz önünde tutarak yorumlamak gerekir. Çünkü susmak -insan, onurunu bile çağ içinde sorumluluğunu kavrayınca anladığına göre- onun sorumluluk anlayışı ile bağdaşmaz.(10) Kaldı ki, ‘işkencelere direnenler yiğittirler... ama, suskunluklarıyla bir onur aşılayanlar da yiğittirler’.(11) Öyleyse bu anlamdaki bir suskunluğu, daha ileriye atılmak için gerekli görülmüş bir geriye çekilme ‘harekatı’ olarak değerlendirmek gerekir.
Doğrusu yazar, Nuri Pakdil’e göre, ulusunun varoluş sorusunu cevaplayan kişidir. Bu bakımdan, istese de istemese de kavganın içindedir. Yazarın; çağın en etkili, en sorumlu, en yiğit, kendisinden en çok korkulan insan olması işte bundandır. Yazarken eylem de gelir kalemin yedeğinde, çünkü sürekli seçim yapıyorsunuz demektir. Toprağa bağlılığın, yerliliğin tarihten yansıyan sorumluluklarını bir savaş techizatı gibi kuşanan yazarlar’... ‘edebiyatı Mutlak Kitapla besleyerek biat bilincini tazeleyen’ kişilerdir.(12) Evrensel inanç sitesinin en yiğit erlerinden olan yazarın en belirgin niteliği yazarlıkla birlikte eylemciliği de sürdürmüş olmasıdır. Onun, Sezai Karakoç hakkındaki bir yorumunu hiçbir değişikliğe uğratmadan, rahatlıkla kendisi için de kullanabiliriz. Bu sorumluluk bilinciyle yazmanın insanî ve mantıkî bir sonucu olarak, ‘anlatımı, çağdaş savaşçı bir yazarın anlatımıdır’. Sorumluluğun bilincine yazarak verilir. Bir yerde yazar sorumluluğunu yazarak buyüen kişidir. Sonunda sorumluluk büyüye büyüye eylem olacaktır.
‘Bunun için çağın yazarı eylemini yaza yaza yayar’.(13)
Nuri Pakdil’in dilinin çatısını performatif (eylem belirtici) ifadelerin oluşturduğunu gösteren en çarpıcı örneklerden biri de şu cümlesidir. ‘Sözcükleri yırtarak; kan damlayan betimlemeleri ulaya ulaya birbirine, işaret ediyorum (altını ben çizdim, T.K.), size, insanlar!’(14) Bu cümlenin geçtiği sayfadan birkaç sayfa önce de, ‘... damarlarımı keser gibi bir derin nefesle sesimin tonlarını arıyorum’ der. Burada birinci cümleyi okurken, ‘işaret ediyorum’un çağrıştırdığı, ‘uyarıyorum’, ‘çağırıyorum’, ‘durumun vahametini haykırıyorum’ gibi başka bir dizi eylem belirticiyi birlikte düşünmemiz mümkün olduğu gibi; ikinci cümlede vurgulanan, sesin tonlarından yararlanarak ve konuşulan bağlamı göz önünde bulundurarak, bunlardan birini seçmemiz de mümkündür. Nuri Pakdil’in genel konuşma bağlamı uygarlığımız ve bu uygarlığın bağlılarının çağ içindeki konumu olduğuna göre, bunun belirlenmesinde büyük bir sorun çıkmayabilir. Gerisi, daha özel koşullar bağlamında bu cümlelerle ne yapmak istediğinin tesbiti meselesidir. Bu işi sözcüklerin sözlük anlamlarına bağlı kalarak yapamayız. Unutulmaması gereken husus, onun her cümlesinin yedeğinde bir eylemin gerçekleştiriliyor olmasıdır. Onun için söz demek eylem demektir. ‘Varoluşumuzu bu sözden başka hiçbir şeyle açıklayamayız. Eylem yapıyorum, o halde varım’.(15)
Nuri Pakdil’in tiyatroyu çok sevişinin nedenlerini de bence burada aramak gerekir. Bir yerde tiyatro edebiyatın, başka bir analtımla sözün eyleme dönüştürülmesi etkinliğidir. Ona göre, bu güç ve işlevi ne şiirde, ne öyküde, ne de romanda bulmamız mümkündür. Şüphesiz bu, edebiyatın bu dallarında eylem belirtici ifadeler kullanılamayacağı anlamına gelmez; ama sözle eylemin en iyi özdeşleştiği yer oyundur. Oyundaki her türlü eylem, sözün açık bıraktığı boşlukların duldurulmasında, sözün o ân ve bağlamdaki işlevinin tam olarak gerçekleşmesinde en büyük yardımcıdır.
Yazmak, Nuri Pakdil için, uzun yürüyüşe katılmaktır. O, sözcüklerle yürür, sözcüklerle savunur, sözcüklerle saldırır. ‘Kalem’, diyor, ‘benim kalem’.(16) Dolayısıyla, onu en çok sevindiren şey de bir cümlenin insana çarpan sesidir.’(17) Edebiyat’ın yayımlandığı, yani basımevinden alınıp kitapçılara dağıtıldığı gün, Nuri Pakdil ‘heyecan olur’. Bu, kendi ifadesiyle, ‘heyecanlı olmanın’ çok ötesinde bir durumdur. Tabiî, bunun tersi de o ölçüde azap veren bir şeydir. Yazamadığı zamanlar katlana katlana büyüyen bir korku sarar onu. Çünkü yazmamak yardan aşağı yuvarlanmanın ta kendisidir.
Öyleyse geriye bir tek şey kalıyor: yazmak. İnsanımıza çağ içindeki çarpık konumunu duyumsatmak, onu, hafızasını tazeleyerek kendisine yaraşan onurlu yerine çıkarmak, önündeki engeller karşısında uyarmak ve bu engelleri kaldırmak için sürekli yazmak, yani eylemde bulunmak gerekmektedir. Bu bakımdan, insana ve insanımıza ters düşen tüm olumsuzluklar karşısında cümle kura kura direnmek, Nuri Pakdil için, ‘cibinlik altında bağ damlarında uyumakla birdir.’(18) Değil mi ki büyük eylemler büyük rüyaların gölgesinde gelişir ve onlardan beslenir.
Bu iş için ‘insanın damarlarında sağlam cümleler dolaşmalıdır’. ‘Fiili’ salt bir kalıp olarak bilmek ve tüm zamanlarıyla çekimini yapmak önemli değildir. Önemli olan, bu ‘fiil çekimlerinin’ kaslarınızda, tüm akrabalarınızla, yakınlarınızla, arkadaşlarınızla fiilen ve sesli olarak çekilmesidir.
Nuri Pakdil’in üslubu açıklamaya çalıştığımız bu bağlamda eylemci kişiliğinin bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Cümlelerini önce ateşte pişirir, ya da hiç olmazsa onlara ateş katar. İnsanın, okur okumaz, kendini tutamadığı, caddelere döküldüğü devrim bildirilerine benzemesini ister onların. Harfler ve sözcükler onun askerleridir. Bu askerlerden oluşan bölüğü tam hizaya soktuktan sonra, yani metnin yanında yöresinde herhangi bir çatlak ya da çıkıntı olmaması için budaklarını keserle yonttuktan sonra o metni kazanda iyice kaynatır. Cümlelerin, dolayısıyla metnin iyice yoğunluk kazanması için bu işlem kesinlikle gereklidir. Sayfalara küt düşen hurufattan ve hafif cümlelerden iş çıkmaz çünkü. Her şeyin candamarına parmak basmak gerikiyorsa, ‘hava durumunu’ değil, radikal kabartıları içerecektir yazı. Yani,
‘Kan cümle sözcük kemik satırbaşı katırtırnakları:
cebrî mevzi çekilişi: plan.’ (19)
Bunun için, her yerde ve aralıksız olarak, ‘tüfeklere sürülü kurşunlar gibi ağır, ama onlar gibi öldürücü olmayan’ sözcükler arar. Doğrusu, sözcükler başlangıçta insana bir yük taşımak için varolmuştur. Nuri Pakdil, bir yandan insana kül altında kalan ateşini göstermek; öte yandan da mal tutkunluğuna, sömürüye, zulme, onursuzluğa, kimliksizliği karşı savaş açmak için yazar. Çünkü yurdumuzda tüm bu olumsuzluklara ve yabancılaşmaya karşı insanın kabaran deniz dalgaları gibi, yeryüzünü sarsan çığlığı var ortada.’(20) O, bu çığlığı ta içinde duyar. Bu çığlığın içinde kendi sesi de vardır. Bundan dolayı hep acı cümleler kuracaktır. Doğrusu, yazarak eylem yapmak, insana kül altında kalan ateşini duyurmak, önündeki engelleri kaldırma savaşı vermek olduğuna göre, bu savaşın mühimmatı da yalın, koyu, ağır, yerli ve evrensel dehşet cümleleri’(21) olacaktır.
Burada biçim, deyiş ya da genel olarak üslup birer teknik olmanın ötesinde önemli bir şey ifade etmez. Asıl önemli ve önceliği olan husus “bize ait olan ‘öz’ü, bir biçim içinde, usta bir deyişle söyleyebilmektir.”(22) Bu arada, insana, içindeki değerleri yeniden kendisine duyuracak yeni sözcükler de bulmak gerekiyor. Klişe cümlelerle, gereksizliği apaçık ortaya çıkmış, eskimiş, pörsümüş sözcüklerle bu işi gerçekleştirmek çok güç, hatta imkansızdır. İşte bu yüzden yeni sözcükler bulmak gerikiyor. O, dünya görüşümüzün özgün ve temel birimleri olan eski birtakım kelimelerin korunması gerektiğine inanırken, yorgun ve yalama olmuş kelimelerin atılarak yeni, canlı, diri kelimelerle yazmanın gerekliliğini savunur, ve böyle dipdiri bir dille yazar. Eski birtakım kelimeleri özgün şekilleriyle korumak istemesinin nedeni, bu kelimelerin yerli düşünce ve kültürümüzün indeksleri olmalarından dolayıdır. Onlar, âdeta bizim kültürel pusularımızdır. Onun için onları özenle korumak ister. Kaldı ki, ‘eski’ kelimeyle ‘eskimiş’ kelimeyi de birbirinden ayırmak gerekir. Ne olursa olsun, gürbüz sözcüklerle yazmak, meydanı şüphesiz daha bir şenlendirecek; ok asıl o zaman hedefine ulaşacaktır.
Nuri Pakdil bir mermi gibi kullandığı sözcüklerin hedeften toz kaldırmasını yeterli bulmaz, onların daha derinlere işlemesini, hedef aldığı kişi ve kitlelerde büyük bir değişimi gerçekleştirmelerini ister. Onun yapmaya çalıştığı şey âdeta bir ‘yarma harekatidir’. Havı dökülmüş sözcüklerden, su gibi kaynamayan cümlelerden hiç hazzetmez. Yine, onun için, yazarlıkla hayat arasına bir ayrım çizgisi çekmek mümkün değildir. Yazılarının, konuşmalarının her sözcüğünde kendisi vardır. Kısaca söylersek, yaşayarak yazar, yaşayarak konuşur, dolayısıyla yazdıkları,, konuştukları da hayatıdır. Bu yüzden, kalın kütüklere çakılı çivileri söker gibi yazar. Dahası, ‘ateşli dilinin albenisini yakalayabilmek için’ yazılarını dört kez düzelttiği olur. Bütün çabası, eti, kemiği, sinirleri olan cümleyi yazmak içindir. Bu ciddiyetle yazar, ve kendi kendine işkence eder yazarak.
‘Yazmaksa; bunların (sözcüklerin, T.K.) hepsini giydirip kuşandırmak, düzenli ordular biçimine sokmak, sonra da, büyük bir karagözlülükle savaşa sürmektir.’
‘İlk cümle, âdeta, bir hücüm buyruğudur: yoğun bir hezirlik istiyor + ‘mühimmat yeterli mi?’ (çok önem kazanıyor bu soru) + yöreye değin bilgiler iyice değerlendirildi mi?’
‘Benim yiğit, savaşçı, yılmaz sözcüklerim ileri!’
‘Bileğitaşına sürüyorum sözcükleri: sonra, bir de güzel kuruluyorum.’
‘Kimi yazılarımın, gerçekten, kurşun gibi ağır olduğuna inanırım. Kurşun tozlarını sıkıştırarak, gizli bir tutkalla yapıştırıp sürerim yazı makineme serçelri bırakırım yeryüzüne + biraraya gelirler = cümlelerim.’
‘... Bu serçeleri canlı, kanlı, etli, budlu yığarım üstüste: bir coğrafya çıkar ortaya işi biraz ağırdan alırım + sinirlerimle tutturmaya da çaba gösteririm sözcükleri = yeryüzünü kavramaya doğru uzun bir deneme.’(23)
Nuri Pakdil’in cümleleri ‘âsi sözcüklerin kaynaştığı’ cümlelerdir. Onun için kıvraklık buradan çıkar. Bu yüzden, dilbilgisi kurallarına bağlı kalmadan, kendi özgün üslubunu oluşturur. Bu üslup çelik gibi çekilmiş, direngen, ama o ölçüde de kıvrak bir üsluptur. Salt betimleyici cümlelerden oluşan yalınkat anlatımlardan farklı olarak burada, deyim yerindeyse, ‘hacim’ öne çıkar; ifadeye zaman ve mekan boyutu katılır. Bu bakımdan, betimleyici anlatımlarda sıkça görülen ‘öyleyse’, ‘dolayısıyla’, ‘o halde’, ‘çünkü’, ‘bu nedenle’ vs. gibi atlama kelimelerine hemen hemen hiç rastlayamayız. Bu tür sözcükler, genellikle tasvir edici anlatımların zihnî bağlantılarını kuran bağlaçlardır. Nuri Pakdil’in üslubu, bu tür kelimelerin sağlayacağı dayanaklara ihtiyaç duymayan, kendine özgü ve özgün, devingen, sarsıcı bir üsluptur. Başta semantik ve sentaktik kurallarda olmak üzere, alışılmış dilbilgisi kurallarında büyük değişiklik yapılır. Bu anlamda kural olarak konan zincirleri parçalar. O, hiçbir şeyin alışkanlık haline getirilmemesi gerektiğini savunan biridir. Bu husus, elbette üslubu için de geçerli olacaktır. Doğrusu, basmakalıp cümlelerle insana ulaşmak, onun içindeki ateşe inmek imkansız denecek ölçüde güçtür. İnsanımızın tarihî, dinî ve evrensel bilincini tazaleyecek, onun ve tüm insanlığın çağ içindeki ateşe inmek imkansız denecek ölçüde güçtür. İnsanımızın tarihî, dinî ve evrensel bilincini tazeleyecek, onun ve tüm insanlığın çağ içindeki çarpık konumunu hissettirecek bir dil ve üslup gerekiyordu. Bunun için bir yazarın yapacağı ilk iş dilbilgisi tutsaklığından kurtulmaktı. Nuri Pakdil’in üslubu işte bu gerekçeler ve gereksinimler bağlamında kendine özgü bir biçimde kurulur. ‘Öyleyse’, ‘bundan dolayı’, ‘çünkü’... gibi bağlantı sözcüklerinin yerini, gizli ya da açık, ‘uyarıyorum’, ‘meydan okuyurum’, ‘bağlanıyorum’, ‘biat ediyorum’ gibi eylem belirticiler alır. Yine, söyleyiş ya da deyiş yükünü daha belirgin kılmak, ne kasdedildiğine açıklık kazandırmak için, bildiğimiz noktalama işaretlerine yeni işlevler kazandırılırken; bunlara (+), (—), (/), (=)... ve ( ) gibi yenileri eklenir. Bu işaretler bizi, doğrudan doğruya ‘konuşmanın’ gerçekleştiği bağlama çekerek, konuşmayı (yazıyı) geriden izleme yerine, ona katılmamıza katkıda bulunurlar.
Türk edebiyatında ilk kez kullanılan bu işaretlerin ifadeye getirdikleri zenginlik yanında, değinilmesini gerekli gördüğüm bir başka hususda şudur. Nuri Pakdil’in bu kendine özgü üslubu, bu üslubun bir uzantısı olarak kullandığı noktalama işaretleri ve bunları kullanma yönteminin, onun eylemci, ilerici, devrimci kişiliği ile yakından ilgisi vardır. O, bu üslubuyla alışılmış ve basmakalıp bir üsluba (hayata mı deseydim?) karşı çıkarken, aynı zamanda yeni bir üslubu onaylamakta, yani insanları yeni bir hayat tarzına çağırmaktadır.
O hem dilde, hem de hayatta tekdüzeliklerin, klişelerin kırılarak yeni bir anlayış ve algılama biçiminin, kısaca, yeni bir hayat tarzının gelmesi için sürekli reddeder; dolayısıyla sürekli de onaylar. Bun derinden hissettirebilmek için, kimi zaman, cümlelerine emir kipiyle başlar; kimi zaman arka arkaya sorular sorar; kimi zaman da hayret, haykırış ve uyarı cümleleri birbirini izler; ama sürekli birinci şahıs diliyle konuşur. Zaman zaman cümleleri arasına büyük sessizlikler yerleştirdiği de olur. Dikkat edin! Mutlaka birisiyle konuşuyordur. Eğer karşısında kimse yoksa kendisini hesaba çekmekte, kıyasıya bir özeleştiride bulunmaktadır. Cümleleri ise kesinlikle ateşten çıkmıştır.
‘Siz hiç başeğen cümle yazmaz mısnız? Aşk sürecinde oluyor arasıra! Düzeltme mi? Ha, olmuştu mu? Denizin gümüşsü ufkuna cümleler bırakacaksınız bugüne ait? Yalnızca bugüne ait değil ha? Kılcal damarlarla bağlı dün’e? Bir de? Yaa! Akıyor geleceğe! Akşam olmadan günü doldurmalı çantaya? Eşya mı sanmıştın ki? Bir an dalmıştım da. Sağlam dayanak?’(24)
Son olarak bir noktaya daha değinmek gerekiyor: Yazmak, Nuri Pakdil’e göre, yaşamakla aynı kapıya çıkıyorsa, uzun bir süredir niçin susmaktadır? Yazarlık, onun yaklaşımıyla sürekli ipte oynamak ise, niçin sürdürmüyor bu işi? Onun bu ‘geri çekilişini’ ne ile, nasıl açıklayacağız?
Bu sorunun cevabının, uzun süre Nuri Pakdil’in yanında kalmış biri olarak ve tanıdığım kadarıyla, onun kişiliğinden yola çıkılarak verilebileceğini düşünüyorum. O bir tavır ve eylem adamıdır; ve ilkelerine bağlılıkta sonuna kadar giden bir kişiliğe sahiptir. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi, onun yazıları ile hayatı arasında birebir bir örtüşme sözkonusudur. Şimdi susuyorsa, suskunluğu konuşmaya tercih ettiği için susuyordur. Değil mi ki, bir tavır izharı olarak, ‘susmak da, konuşmak kadar önemli olur bazen.’(25) Susmak ne kadar önemli ve anlamlı olursa olsun, ben Nuri Pakdil’in yeniden yazmaya başlamasını özlüyorum. Buradaki ‘özlüyorum’un bir eylem belirtici olduğunu ayrıca söylemeye gerek var mı?
Dipnotlar:
1. J. R. Searle, Speech Acts, Cambridge, 1970, s. 22.
2. Aynı eser, s. 16.
3. V. Fromkin-R. Rodman, An İntroduction to Language, Chicago, Philadelphia, 1988, s. 228.
4. Nuri Pakdil, Biat I, Ankara 1973, s. 107.
5. Aynı yer.
6. Nuri Pakdil, Biat III, Ankara 1981, s. 38.
7. Nuri Pakdil, Bir Yazarın Notları II, Ankara 1980, s. 45.
8. Nuri Pakdil, Biat II, Ankara 1977, s. 61.
9. Nuri Pakdil, Batı Notları, Ankara 1972, s. 55.
10. Biat II, s. 86.
11. Aynı Eser, s. 203.
12. Biat I, s. 50.
13. Aynı eser, s. 81.
14. Nuri Pakdil, Edebiyat Kulesi, Ankara 1984, s. 98.
15. Biat II, s. 223-224.
16. Edebiyat Kulesi, s. 69.
17. Aynı eser, s. 93.
18. Nuri Pakdil, Bir Yazarın Notları IV, Ankara 1982, s. 33.
19. Edebiyat Kulesi, s. 103.
20. Bir Yazarın Notları II, s. 22.
21. Aynı eser, s. 30.
22. Biat II, s. 133.
23. Nuri Pakdil, Bir Yazarın Notları I, Ankara 1980, sırasıyla, 49, 51, 58 ve 74 üncü sayfalar.
24. Bir Yazarın Notları IV, s. 75.
25. Edebiyat Kulesi, s. 23.
EDY © 2002 - 2016 | Hata Bildirin | Yasal Uyarılar | eMail Kayıt | Mobil Cihazda Aç | +90 532 291 7896 |