Edebiyat Dergisi
Yayınları
7656. Gösterim
Yedi İklim Dergisi, Sayı: 58, Ocak 1995
Doğulu insanlar batı şehirlerinde büyülenmiş biçimde ve büyük bir şaşkınlık içinde etraflarına baka dursunlar, batılı bilim adamları doğuyu coğrâfi, insâni, mâli ve stratejik, en ince noktasına kadar incelemekle meşguller. Bu araştırmalarını bilim aşkıyla filan değil, sadece ileriye doğru onları nasıl egemenlikleri altında tutabileceklerinin hesabı şaşmaz bir şekilde tutsun diye yapıyorlar. Ahmet Hamdi Tanpınar bile, uygarlık gereksiniminin farkında olan bir sanatçı olarak Paris’teki ilk günleri için şunları söylemektedir: “Bu acayip ve sürekli bayramda, bu üst üste ve cömert ziyafette birdenbire hiç bir şey düşünemez ve hatırlamaz olursunuz...En iyisi her şeyi bırakmak, yeni doğmuş bir insan gibi bu selde sürüklenmektir.”(1) Bu ziya fet halinin sürekli olabilmesi için kaç kişinin en hayÉtü ihtiyaçlarının bile ellerinden alınarak bu metropollere taşınması gerekmektedir, bunun hesabını da yine o beyefendiler yapmış olmalılar. Eğer böyle olmasaydı, dünyanın en zengin elmas yataklar ına sahip bir Afrika ülkesinde insanlar açlıktan ölmezlerdi.
“Zenginin malı fakirin ağzını yorar,” tecrübesine dayanarak, Paris güzelse bundan bize ne deseniz, bir uygarlık düşmanı olarak damgalanabilirsiniz. Halbuki ortası ve uzağıyla bütün bir Asya’nın ve Afrika’nın zenginliklerini, İnkaların ve Kızı lderililerin varlıklarını kendi ülkelerine taşıyan ve bunlarla zenginlik gösterisinde bulunanlar, bu halin aynen devam etmesi için ne entrikalar çevirmektedirler!
Batıyı gören ve izlenimlerini yazan sayısız insan içinde sele kapılmayan neredeyse yok gibi. Onları hangi niyetlerle gönderdiğimiz gündeme gelse, çıkan sonuçla hedeflenen arasındaki korkunç uçurum eminim başımızı döndürecektir.
Bu genel hükümden bir kişiyi ayırmamız gerekiyor: Nuri Pakdil.
Onun Batı Notları’nda nerdeyse Batı yok gibidir. “örneğin, Amerika sadece bir kelimedir.”(s. 56)
Batıda bile varolansa Afrikalıdır, Çinlidir, Hintlidir. Nuri Pakdil’in objektifi daha çok onları yakalar. O esmer, zayıf, kuru, mazlum insanlar... Nuri Pakdil, onları öz kardeşi gibi kucaklar. Onlarla uzun uzun konuşur. Bu konuşmalar sonrası beliren bir tablo vardır: Herkes Batıyı en ince ayrıntısına kadar biliyordur. Ama birbirlerinin kardeşi olanlar kardeşlerinin ülkelerini bilmezler. Oralara hiç gitmemişlerdir. Paris’te bir araya gelmeseler birbirleriyle kardeş olduklarının da farkına varamayacaklardır belki. Adları Dosso’dur, Soumahoro’dur, Bory’dir, Rakotomahazoro’dur. Kamboçyalıdır, Dahomilidir, Fildişi Kıyısındandır. Bu adlar size hiç bir şey çağrıştırmıyor değil mi? Halbuki bunlar soyadlarıdır ve adları Muhammed’dir, Hasan’dır. Bize ait bir tek, İstanbul’u, onu da bir isim olarak bilirler. Bizse onların başkentlerini bile bilmeyiz. Hasan’ın anlattıkları bizi hiç de şaşırtmaz. Oynanan oyunların her yerde aynı olduğunu hemen farkederiz: “Avrupalıların yediği çikolataların kakaosunu biz üretiyoruz. Petrol gibi bir gelir kakao. Ne ki fabrika yok. Daha kuramadık, engelliyorlar. Kendi kültürümüz de yeni yeni oluşuyor. Yayınlarımız çok yetersiz. Uçaklarla gelen Fransız gazetelerini, dergilerini, kitaplarını okuyor aydınla rımız. Bunları okuyanlardan, gerçek Fildişi Kıyılı aydınlar çıkabilir mi?”(2) Bizim yüz yıl önceki Türk aydınlarının yaşadığı macera ile ne kadar bir birbirine benzemektedir: Halit Ziya, ‘Kırk Yıl’ adlı kitabında yetişme çağlarından sözederken Fransa’ dan gelmiş kitapları alma ve tümünü büyük bir açlıkla okuma şeklindeki zevkinin yıllarca sürdüğünü uzun uzun anlatır. Farklı yaşlarda farklı diziler okuduğunu, belli başlı yazarların eserlerini eksiksiz olarak edindiğini ve dikkatle okuduğunu belirtir. Aynı dönemlerden bir başka sanatçı da kitaplığında Türkçe kitapların bulunmadığını söyler(3).
Çikolata konusunda Nuri Pakdil’in verdiği rakamlar Hasan Dosso’yu doğrulamaktadır: “1971’deki üretimin %22’si Amerika’da, %72’si Afrika’dadır (%6’sı öbür ülkelerde). Afrika ülkeleri, ürettikleri kakaoyu, işlemeden satıyorlar. Gördüm, kuru fas ulyenin kahve renklisiydi... ‘Çikolata fabrikaları kurup öyle satsanıza!’ diyorum. Avrupalıların çıkarttıkları engelleri sayıyorlar.”(s.78).
Batı Notları, şu cümle ile biter: “Türkiye’ye dönerken gördüğüm Roma: Put kuyusu.”(s. 95) Bu cümle aynı zamanda 25. bölümün tümünü oluşturur. Roma için daha fazla birşeyler söylemeye gerek yoktur. Ve put kuyusu olmak Roma’ya özgü de değildir. Paris’i anlattığı bir bölümde putla heykel arasındaki bağa4 dikkat çekerken şunları da ekler: “Sık sık heykel... Heykel, yalnızca yolllarda, köşebaşlarında değil; yapıların köşelerinde, damlarında, bazı duvarlarının üstünde de!”(s. 22). Batılıların bu heykelleri hangi amaçlarla buralara koyduğu apayrı bir ‘şey’dir: Birer süs unsurudur onlar. Yakaya bir çiçek takar gibi, şapkada fiyong gibi... Küçük bir eksiği onunla tamamlarlar. Halbuki heykeller, ne çiçektir, ne fiyongdur. Küçük bir eksiği değil asıl eksiği, yürek boşluğunu doldurmaktadır. Bir portekizli biraz kurcalanınca şunu söyleyebiliyor: “Korkuyoruz bayım. Çünkü boşluktayız. Neye inanacağımı bilmiyorum; inanmak gerekli mi sonra? Her yanı dolduruyor bizim gibiler.”(s. 60)
Roma, Hristiyanlığın merkezi olarak bu ‘put kuyusu’ özelliğiyle karşımıza çıkınca, heykelle Hristiyanlık arasındaki ilgiyi yakalamak pek zor olmamalı: “Putçulukla lekeledikleri, sonunda artık din olmaktan çıkardıkları hristiyanlığı, Asya’da, Afrika’da, Amerika’da yaymak isteyen örgütler...” Paris’te Saint- Germain-Des-Prıs metrosu çıkışında bildiri dağıtan bir misyonere, “Afrika’da işler nasıl?” diye sorunca Pakdil’in aldığı cevap enteresandır: “Çok güç, zenciler müslümanlığı seçiyor.”(s. 24-25)
Bunu duymak Nuri Pakdil için büyük bir mutluluktur. Artık Paris’in ortasındaki ‘Arc de Triomphe’ bile anlamındaki bütün tersliğe rağman bu mutluluğu tatmasına aracı olur: “Ne var ki, kaç kez yanından geçmişsem, taş olmaktan çıkıyor bu sahici taşlar. Bir taşın yerine, örneğin Afrika’dan bir ev gelip konuyor çıplak bir zenci çocuğu ile. öst üste ve yan yana bu çocuklar ve bu zenci evleri! Hiç atamadım içimden bu duyguyu.”(s.61) Paris’ten iki görüntü, bu duyguyu pekiştirmektedir: “Yılgın ve yaşlı bir bay sırtını ağaca dayamış; kötümserliği kırkbir derece.”(s.62) Bir manavın önündedir, Pakdil. östü kiraz dolu kocaman bir tablanın yanında manav dikilmektedir. Onun yanındaki kasap dükkanının önünde ise çeşitli deniz ürünleri ve canlı can lı kurbağalar. Manava yenmek için satılıp satılmadığını sorar. Aldığı karşılık ilginçtir ve bir mesaj yüklüdür: “Ben yemem!” Konuşmanın gerisini getirmek, ‘insan’ denen varlığın tanığı olan Pakdil için kolaydır. Fransız değildir. Cezayirlidir. Y3rmi dört yıldır Paris’te yaşamaktadır. Bağımsız bir ülke olmalarına rağmen dönmeyi düşünmez. Hatta Cezayir’e hiç gitmemiştir. Onbeş yaşında bir kızı vardır. Adı, Fatma’dır. Dükkan sahibi için “ûeytan o!.. Konuşma onunla!” der. Fatma’ya ‘Kulhuvallahu’yu öğrettiğini söyler. Sonunda mutlulukla el sıkışırlar(s. 63-64) Bu tablo biri Cezayir’de diğeri Türkiye’de uzun yıllar birbirini görmeden yaşamış ve sonunda Paris’te buluşmuş iki kardeşin kucaklaşması gibi bir duyguyu simgelemektedir.
Seine nehri bile aynı duyguları verecektir Nuri Pakdil’e. Onun, Paris’in içinde dolaşması Fransızın hÉlÉ bulamadığı bir düzen özleminin hüznünü simgelemektedir. Çevresindeki kitapçılar da aynı hüznü yaşamaktadırlar: “Ne düşünüyorlar? Sömürü f iravunlarının ülkelerinde büyüyen yeni Musa’ların, o ülkelerin bir ırmağına çağdaş asalarını değdirip, o ülkeleri yeniden inanca çağırmaya başlayacakları dönemin ne zaman başlayacağını mı düşünüyorlar?”(s. 74)
Paris’te sık sık Filistin’le ilgili toplantıların olduğundan sözeder(s. 28). “Batılılar yüreklerinin en gizli köşelerinde hÉlÉ duran ‘Ortadoğu korkusu’nu atamamışlardır. Nedir bu korku? Ortadoğuluların, İslam uygarlığını yeniden gün yüzüne çık armaları olasılığıdır. Kuşkusuz görünürde böyle bir korkuları yoktur, içleri çok rahattır. Ne var ki, bir de bilinçaltı bulunuyor insanda; işte bu duygu var Batılıların bilinçaltında: Ya bir gün Orta Doğulular, inançlarının gösterdiği birlik çizgisin de elele verip, ‘Biz, bütün Ortadoğu ulusları, bir ülkeyiz bundan böyle!’ derlerse, Batılılar kimleri sömürebilecektir?”(s. 30)
Bu noktada aktüaliteyi İkinci Abdülhamid oluşturmaktadır. Filistin’le ilgili toplantılarda çoğunlukla bu gündeme gelir: “Ortadoğu’yu, otuz yıldan fazla bir süre, emperyalizme karşı koruyan İkinci Abdülhamid’di. O, Ortadoğu halklarının, inanç larının çizdiği birlik içinde kalmalarını sağlayan bütün önlemlerini almıştı.”(s. 28) “İkinci Abdülhamid’den sonra, yahudiler Filistin’e yerleşmeye başlarlar. Oysa O, Filistin’e yahudilerin yerleşmelerine ilişkin önerileri kesinlikle reddediyordu.”(s. 29)
Batıda gördüğü herşey, bir başka şeyi çağrıştırır Pakdil’e. Bir bakıma sürekli arka planında nelerin varolduğunu araştırır. Sözgelimi Eiffel kulesini görünce, “gökten bir haberci beklermiş gibi, tetikte” durduğunu düşünür(s. 76). Arabaların lü kslüğü ve çokluğu karşısında “ruhumuzu talan eden konformizm”den, “bir teknoloji putu olduğu”ndan sözeder(s. 48). “ûayyo Sarayı (Palais de Chaillot) dokunsanız Seine’e gömülecek”tir(s. 45). Dağıtılan bildiriler, ‘ele yapışan böcek’tir(s. 54). Paris düzl üğünde tek tümsek, Sekratör kilisesi, Paris’in tepesinde bir çividir. İstanbul’un yedi tepesinde kurulmuş camilerinin birbirleriyle olan dostlukları yanında Sekrakör kilisesi, “kimsenin kendisini arkadaş edinmediği bir sürgündür.”(s. 43)
Bu objektifte batılı insanlar da vardır: Yorgun, bitkin, yalnız... Pakdil, Fransız tipi için şunları söyler: “Başkaları için, kendinden özveride bulunmaya gönlü yatmayan kişi.” Bu, yalnızca maddi anlamda değildir. Asıl, ‘içcömertliği’, ‘gönül zenginliği’ yoktur onlarda. Bu yüzden insanlığa örnek diye sunacakları bir toplum kurabileceklerini ummaz(s. 58). Yaptığı gözlemlerde, bu tipi zorlayan insanlarla karşılaşınca, onun Fransız olamayacağını düşünür ve genellikle de bu tesbiti doğru çıka r.
Yani “Batı dedikleri kapı çökmüş ve görülmüştür çöplük. Nasıl yönümüz hep burası olur?”(s. 75)
Dipnotlar:
1. Yaşadığım Gibi, İst.1970, s. 236.
2. Batı Notları, s.18.
3. “Kütüphanemi görürseniz ayıplarsınız...Türkçe kitap yok gibidir.” Nihat Nedim-E.Vehbi. “Hüseyin Rahmi Bey’le mülakat”, Akademi dergisi, Mayıs 1932, N: 13, s. 24.
4. “Heykele saygı duyula duyula Tanrı inancı yitebilir insanın içinde. Çünkü saygı taş kesilirse, insan kolaylıkla aşamaz önündeki engeli. Heykel düşüncesinin kökeninde, ne biçimde ve ne oranda olursa olsun, bir put vardır. Put, Tanrı düşüncesinin karşıtıdır.” s. 22
EDY © 2002 - 2016 | Hata Bildirin | Yasal Uyarılar | eMail Kayıt | Mobil Cihazda Aç | +90 532 291 7896 |