Edebiyat Dergisi
Yayınları
14716. Gösterim
Edebiyat Dergisi Sitesi, Mart 2007
Nuri Pakdil’de, dil, kimi zaman düşünceyi örter, kimi zaman üzerindeki örtüyü kaldırır, bizi yalın olanla karşılaştırır. Düşünceyi örter diyorum, bu, belki de O’nun bilinçli biçimde dilde açtığı çığırın ortaya getirdiği bir şeydir. Öyle sanıyorum Pakdil, kimileyin bilinçli biçimde, dildeki pasları, seküler ögeleri ve teolojik tortuları temizlemiş, kimileyin de Wittgenstein’ın, yan değiniler’deki belirlemesine düşmek zorunda kalmıştır. Zorunda diyorum, çünkü, esas itibariyle xPakdil’in estetik evreninin merkezinde şiir oturur. O’nun, anı, gezi notları, değini, deneme, öykü ya da oyun ne yazarsa yazsın aslında hep şiir(sel) bir ‘şey’ ürettiğinde kuşku yok. Sanatın gereklerini sıkı biçimde kavramış ve tabir uygun düşerse, ‘devrimci’ bir kişiliğe, bir tutuma sahip olan yazarın yazınsal gayretlerinde şiirsel eksenli tavır baştan beri kendini sürdürmüştür. O halde Pakdil, en ‘kişisel’ alanda ve dille yazmaktadır. Kişiselliğin aşırı biçimde gerçekleştiği bu dilin, hele buna azmetmiş ve kastetmişse, bir yazarda, düşünceyi örtmesi zaten beklenmelidir. Bize örtüymüş gibi gelenin, bir başkasına saydam bir perde olması mümkün, bunu anlayabiliyorum, ama, sonuçta Pakdil’in, kendine özgü, anlaşılması güç bir lehçe ürettiği kesin. Kesin olan bir başka husus, yazarın, tür tanımlarına, kurallara filan pek itibar etmediğidir. Radyo oyunlarına bakınca sözgelimi, onun Beckett veya Ionesco’dan daha devrimci olduğunu görürüz. Salt okunmak için de değil, sadece dilediği ve kendini ancak böyle dışlaştırabildiği için böyle yazmıştır zannediyorum. Öykünün kuralı şudur, şiirin budur gibi işlere onun pek itibar etmediğini yapıtlarından izleyebiliyoruz. Öyle ki, adı konulmamış pek çok ‘tür’ ürettiği de söylenebilir. Eserin kuraldan önce geldiği ilkesine sımsıkı yapışmış biri Pakdil. Belki de, bizim modern zamanların ‘misyoner’lerinin şair/yazar olması şaşılası bir şey değil. Bizde esas itibariyle düşüncenin taşıyıcı aktörleri şairler/sanatkarlar olagelmiştir. Modrenleşme çabalarının hızlandığı günlerden bu yana, şairin aynı zamanda ‘ideolog/dava adamı/politik misyon taşıyıcısı/düşünür/filozof’olması, bu alanda Namık Kemal, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, hatta Yahya Kemal, bu arada kötü örneklerinden Behçet Kemal Çağlar, sonraları Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimler görürüz. Bunları görürüz ama, Pakdil, ‘tipolojik’ olarak bu geleneğe pek uygun düşmez. O, daha çok Cahit Zarifoğlu’yla benzeşir. Kaldı ki O’ndan da farklı yanları vardır. zannımca, Pakdil’in, ‘şiirsel öğreti’yi yeniden üretme ve aktarma çabasında, ondan sonra gelen en kullanışlı örnek Turan Koç’tur. Nuri Pakdil, bir yönüyle reaksiyoner olması ve tepkisel sözcüklerle de konuşması, O’nda bir zaaf oluşturur, buna bakmak lazım, ama bendenizin düşüncem, Nuri Pakdil’in zaaflarına yol açan hususların, kendisinde abartılı biçimde önemsenen çabaları ve yanları olduğu yönünde.
Dil, düşünceyi örter diyen Wittgenstein’a bakılacak olursa, yani sözcüklerin eylemler olduğu, eylenmeyen bir dilin, hayatta karşılığının olmadığı ve böyle olunca da, eyleyenin neyi nasıl eylediğini ürettiği gramerden izlemek gerektiği ortada. Pakdil’de, dilin düşünceyi örttüğü de ortada. Ama, girişte arzetmeye çalıştığım gibi, kimileyin de dil, onda düşüncenin örtülerini kaldırma aracıdır. Bu durumda, Pakdil’in yazdıklarının, ne ölçüde sarih, açık/kapalı, imgesel/metaforik, soyut/somut, geleneksel/değil olduğuna bakarken, O’nun çabalarının gerisindeki ‘niyet’e de bakmamız gerektiğini iddia edebiliriz. Bir zaman, bir ‘dini yayınlar’ fuarında, muhtedi bir şairimizin O’na ilişkin tepkisel yorumu, beni şaşkınlığa uğratmıştı. Enis Batur’un, ‘modern türkiye edebiyatının en ilginç yazarlarından biri’ olarak gördüğü Pakdil’i, ‘kendi cephesi’nden bir başka şair, en hafif ifadesiyle, yakışıksız biçimde niteliyordu. Bu tepkinin gerisindeki niyete de bakmak lazım. İnsanları niyetleriyle de anlamaya çalışalım demiyorum, ama dilin kitlendiği ve kendi içine doğru gitgide sessizleşerek, lal olarak ya da sükûta bürünerek alabildiğine kılcallaştığı, kapandığı ve örtündüğü bir grameri anlamak için metindışı bilgilere de ihtiyaç duyabileceğimizden söz ediyorum. Bu ihtiyaç, söz konusu Nuri Pakdil’in metinleri olunca daha da şiddetlenir. O’nun ısrarcılığının şiddetini, bu tutumun son örneklerinden görebiliyoruz. Sükût Sûretinde, Derviş Hüneri ve ardından gelenlere bakılacak olursa, Pakdil’in gönlünde çalışan şey hiç durmaksızın, aynı izi izleyerek, aynı sesleri vurarak, yeni sesler bularak, yeni karanlıklara yeni ışıklar yakarak, bir kişiliği, bir davayı takip etmektedir. Bu sürülen iz’in izlekleri, O’nda daima çeşitlenmiştir ama, ‘lehçe’ hep aynı biçimde, kimileyin düşünceyi örten kimileyin örtüyü aralayan işlevinden vazgeçmemiştir. Nuri Pakdil’in metinlerini, gelecek kuşaklar daha ‘rahat’ kavrayacaklardır. O’nun popülerleşmesi, popülerleşme bi yana, birkaç binin üzerinde ‘sat’ması beklenmemeli. Bu o kişiliğin ve lehçenin doğasına aykırıdır. Ama, ilk yaklaşıldığında kendisini kapatan, kapalı gösteren, deşifresi güç gibi görünen imgelerin, eğretilemelerin, teşbihin, zamirin, edatın, ve onda en kişisel deneyimlerin yatağında daima sıcak rahim ortamdaymış gibi diri kalan ve büyüyen temaların, gelecek nesillerce daha derinden kavranacağı umulabilir. Nuri Pakdil de, Cahif Zarifoğlu gibi, bir gün tümüyle keşfedilecek olan bir adadır. Pakdil’in uzun süren bir suskunluktan sonra, meğer susmadığı, kendini susku perdesine gizlediği ortaya çıktı. Edediyat Dergisi Yayınları’ndan Sükût Sûretinde adlı kitabı geldi. Ardından Derviş Hüneri ve diğerleri bunu izledi. Bir zamanlar köktenci bir kararla dergi ve yayınevinin etkinliğine son vermiş, ofisteki kitap ve dergileri Akay caddesinde gelip geçene dağıtarak sırra kadem basmıştı. Sezai Karakoç gibi, Pakdil’in de yürürlükteki ‘sistem’le başı hoş değildi. Gazete, dergi, radyo ve televizyon gibi iletişim ortamlarından uzak duruyordu. Tek bir fotoğrafı bile yayımlanmamıştı bir yerde. Ben, bu tutumu, Bediüzzaman’ın, Üçüncü Said dönemindeki tam kapanma haline benzetiyorum. Bana onu çağrıştırıyor. Yaşamının en güç anlarını geçirdiği, defalarca zehirlendiği, eksi elli derecede, rutubetli hücrelerde haps-i münferitte tutulduğu, en ağır zulümlere uğradığı o çile döneminden sonra, yani bir tür mağara deneyiminden sonra, artık kalbi ilahi esin ve aydınlanmaya tümüyle açılmış ve yeni bir döneme girmişti. Bunu Üçüncü Said olarak niteliyordu. Her Resul veya veli/aziz’in mağara dönemleri olurdu. Bu evreden sonra, artık ilahi ilhama tümüyle hazır hale gelirlerdi. İşte Bediüzzaman’ın da böylesi bir dönemi vardır yaşamında. Bu dönemde, ‘ben ne size ne dünyanıza karışmıyorum’ diyerek duruşunu belirginleştirmişti. Kendisine zoraki uygulanmak istenen örneğin şapka devrimi gibi uygulamalara, ‘ben dağlarda yaşıyorum, bana, kanununuzu tatbik edemezsiniz. Ne sizinle ne de dünyanızla en küçük bir ilişkim kalmadı’ diyerek karşı duruyordu. Kimseyle görüşmüyor, kendisine en sadık bir öğrencisini bile yanında uzun süre tutamıyor, ‘sizin gibi sadık dostlar bile bazen ruhuma ağır geliyor’ deyip, yalnızlığı, Hak’la hak olma iştiyakı içerisinde halveti seçiyordu. Herhangi bir toplumsal, siyasal veya sosyal etkinlikle en küçük bir ilişkisi yoktu. Bu, kuşkusuz bir tutumalıştı ve kanımca en doğru olanı da buydu. İşte gerek Sezai Karakoç’ta gerekse Nuri Pakdil’de gözlediğimiz kapanma bu türden bir kapanma olmalıdır. Bu, sanırım, örtük olarak şöyle bir bildiri de içeriyor: ‘Önemli/değerli olan düşünceler(im)dir, bana değil, onlara bakın, şahsıma değil, düşüncelerime yönelin.’ Pakdil’in, toplumun etkinliklerine karşı yeterince duyarlı olmadığını görerek, bir süre ara vermesinde başka nedenler de bulunabilir. Ama bu kapanma, beraberinde yepyeni kitapları önümüze getirecektir. Bu sükûttan sonra, oldukça şık bir isimle, Sükût Sûretinde’yle tekrar günyüzüne çıkar Pakdil’in, baştan beri önem atfettiği izlekleri sürdürdüğü görülecektir. Dilinde yine aynıdır bir bakıma ama, sözgelimi lirik bir ton kendisini hissettirmeye başlamıştır. Kırkından sonra da şiir yazanların ancak şiirle ilişkisinin ciddiye alınabileceğini söyleyen T.S. Eliot’ı doğrulayan Pakdil’in dilinde kısmen lirik bir eda belirmiştir. Sükût Sûretinde Edebiyat Dergisi Yayınları’nın ilk kitabıdır. Bunda da bir örtük bildiri vardır: Bıraktığım yerden başlıyorum ama, her başlangıç yenidir ve sanki yeni başlıyormuşsun gibidir. Bindokuzyüzdoksanyedi Şubatında yayımlanan kitapta kimi kavram/olgu ve durumların çağrışımlarıyla ortaya çıkan şiirsel kısa metinlere rastlarız. Pakdil’in şiirle düzyazı arasında konumlanmış olan bu metinlerinin kimisi yetmişbeşinci kez, kimisi doksanikinci kez yazılmıştır gibisinden notlara da sahiptir. Ayrıca vurgu yaptığı bir başka şey, ‘dizgi düzelti yoktur’dur. Bununla evet böyle okunmalıdır, dizgi düzelti yoktur demekte, ve metinleri demlendirdiğini, üzerinde çok düşündüğünü, çalıştığını belirtmektedir. Baştanberi söyleyegeldiğim, dilin düşüncenin örtüsü oluşu sorunu bakımından bu metinler oldukça kullanışlıdır. Atlas üstbaşlığı karşılar bizi kitabı açınca. Otuzüç kısa metin. Sekseniki kez yazılmış olan Gramer başlığı altında şunu okuruz : ‘Sözcüğün uzun kavlinden/Bütün yönler silme Mekke’. Ve Pakdil, bizi bir anda Mekke’ye götürür. Bu, O’na Wittgenstein’dan bir yaklaşma cümlesi öneren için şaşırtıcı ve mahcup edicidir. Beni, Kıt’a Avrupası’nda, felsefede, dil felsefesinde arama, beni Kandehlevi’nin Hayatu’s-Sahabe’sinde ara, der gibidir. Sözcüğün uzun kavli. İşte size tipik bir Pakdil cümlesi. Nedir bu? Kavil, hem halen, durumla, eylemle demektir hem de söz veriş, and içiş. Sözcüğün uzun kavli. Durup düşünelim. Sözcüğün uzun kavli. Dil, söz veriştir. Dil, andiçiştir. Dil bir kez söz vermiştir. Uzun bir yolculuktur onun macerası. Bu uzun, yorucu yolculuğun sonu, hangi yönden gelirse veya giderse gelsin veya gitsin Mekke’ye çıkacaktır. Mekke’de, Elçi’ye söz veren, bir bakıma O’na biat edenlerin kavlidir söz. Söz, bunun gibi bir sözveriştir. Böylece olunca yuvası da Mekke olacaktır. Gramer budur. Bizim dilden anladığımız, asli doğamıza ihanet etmemektir. Verdiğimiz söze sadakatimizdir. Söz’den bunu anlarız, gramer deyince bizde bu çağrışır. Bu türden spekülasyonları sürdürebiliriz. Ama, Bediüzzaman’ın Muhakemat adlı kitabının Unsuru’l-belağat (Belağatın Ögeleri) başlıklı İkinci Makale’sinde belirttiği gibi, ‘yüksek kelamda böylesi bir hasiyet gizlidir.’ Belağat gereğince, yüksek söz, farklı anlam açılımlarına elverişlidir. Herkes ondan ayrı bir mana çıkarabilir. Değişik tatlar alabilir. Bu sözün, yüksek sözün (söz kelamı tam olarak karşılamaz gerçi) anlam dünyası çokkatlıdır. Dil, böylesi bir çağrışım zenginliğine sahip olunca, i’caza doğru yürür. Sözün en yüce düzeyine kimse ulaşamaz. Zaten i’cazın tanımı da budur, insanın takatini yetiremediği bir söz yüceliği. İnsanı aciz bırakan söz. Ama ona dikebilir gözünü söz. Böyle olunca da hem her okuyan hem de her okumada ondan farklı anlamlar bulup çıkarabiliriz. Ya da şöyle diyeyim, ona yaklaştığımızda, bizi farklı anlam yönlerine çağırabilir. İnsanın yeryüzündeki ödevine ilişkin ikinci metinde, Pakdil muazzam bir tasvir yapar : ‘Dört Halife yürüyorlar kolkola/Ebubekir Ömer Osman ve Ali’ Bu görkemli fotoğrafı Pakdil’in pozlaması şaşırtıcı değildir ama yetmişbeş kez yazılmış olan bu dizelerde (Pakdil’in Sükût Sûretinde’ki metinlerine beyt demek daha mı uygun düşer? Beyt ev demektir ve kendisinde bir anlam bütününün yerleştiği, barındığı yer olarak düşünülür. Heidegger’in, dil, varlığın evidir, yargısını hatırlatıyor. Varlık nerede ikamet eder? Dilde. Dil, varlığın evidir çünkü, neyse) bir önceki metne de bir gönderme bulabiliriz. Yönlerin tümü Mekke’ye olunca, oradan böylesi bir görüntünün karşımıza çıkması şaşırtıcı değildir. Yeryüzüödevi bitişik yazılmıştır, yazar, dizgi düzelti yok yanlışı düşer. Üçüncü metinde Pakdil, kendi kişisel tarihine doğru gider. Babam Ziyaioğlu Hoca Emin Efendi başlıklı bu metin, yazarın yaşama cesaretini artıran bir sırrı açıklar : ‘Ağır acı oturuşunuz vardı’ Bu ağır, acı oturuş, bir duruştur bir eda veya oturma biçimi değil. Yaşama karşı, yaşam içerisindeki duruş. Yazar, babasının bu duruşunun kendisini beslediğini söyler. Dipnotta babasına ilişkin kısa bir açıklama da yer alır. Manifaturacılık yaptığını, Kuran-ı Kerim’i mealini okur gibi anladığını, evde çeşitli enli, uzun ve kalın kitaplar olduğunu anlatır. Maraş’ta geçen çocukluk ve ilkgençlik günlerine doğru yapılan bu gezi, iki dizeyle bizi hayli zengin bir çağrışımla başbaşa bırakır. Sanırım yazarın amacı da budur. Bizi derinlerde olanla karşılaştırmak ve bunu kısacık bir sözün, bir cümlenin içinden geçirerek yapmak. Dil, burada düşünceyi örtmez, aksine onun derinliğini yansıtır. ‘Edebiyat’ başlıklı metni yazar yüzdoksanbir kez yazmıştır. Bu yine oldukça zengin çağrışımlı metinde, edebiyatın tanımını buluruz bir, iki, ‘edebi’ olanın yaşamla ilişkisini görürüz, yine ‘edebi’ olanın gücünü farkederiz ve belki de Edebiyat dergisine ve yayın ortamına bir örtük gönderme de bulabiliriz. Edebiyat yerine avdet eder, asla rücudur. Evrilir, durmaz yerinde, zamanın dalgalanışlarına kapılmaksızın ama onu gözeterek değişir, evrilir. Bu dönüşle, daha da güçlenmiş ve dirilmiştir, koşmaya başlar. Daha da tazedir, civandır, gözüpek ve korkusuzdur. Daha yenidir, daha yenilikçidir. ‘Senet’ metni, Pakdil’in imge evreni açısından belki de en ilginç metinlerden. Senet deyince aklımıza ilk gelen, bir borçlanma biçimi. Hatta o işlemin kağıdı. Tabi Yazar bu anlamda kullanmaz. Şöyle der yüz yetmiş yedinci kez yazmış olduğu metinde: ‘Kanağacı Yeşilçiçeği Tevhid/kuşu denektaşı aşı yokuşu’. Bir kanağacıdır senet. Bu bir ağaç değildir. Kanla ağacı birleştirmenin nasıl bir anlamı ima ettiğini hissediyor ama bunu ifade edemiyorum. Senet güçtür, zorluğu oranında da bedellidir ve ağırdır. Yeşilçiçeği’dir, insan bir andla gelir dünyaya. Yaşamında verdiği sözün senedinin bedelini göze alarak yaşadığında yeşildir ve çiçektir. Tevhit’tir, birdir ve uçar, bir denektaşıdır, orada mihenge vurulan şeyin değeri ortaya çıkar, bir ölçüttür, bir aşıdır, aşılandığı kişiye vefayı öğretir, ahde vefa, insanın birinci ödevidir, ama bütün bu güzelliklerine bağlı olarak zordur, bir yokuştur, onu çıkmak için belli bir çabayı sarfetmek gerekir. ‘Taç’ metninde yine Pakdil’in dil evreninin tipik özelliklerini buluruz. Köklerinden tutunmaktan söz eder şair. Kökene inmekten. Mesele neredeyse, onun kökenine inilmeksizin o meseleyi doğru kavrama imkanımız olmaz. Sorunun özüne, köküne dönmek, kökene tutunmak, geleneksel olanı anlamak, insan olarak aslına rücu etmek ve ona, ondaki ilkeye tutunmak. Bunu yaparken de asla sarsılmamak. Bu taç’tır işte. İnanç insanı insan eder belki de insanı sultan eder. Bu ilkeye uyunca asla sarsılmaz insan. Asli olana dönerken sarsılmaz. Bu arayış ve buluş, insanın şanıdır, onurudur. İnsan, onurunu kökende aramalıdır. Bu çaba, bu arayış bir destandır ve uçurumlarda yazılır. Yazı adanmadır. Arayış insanın kendi gerçek doğasına yapılır. Bu destansı bir onur, bir hamle, bir çığırdır. Bu yolculuk, insanın onurunu koruma gayretidir. Taç metni ikiyüz yirmi ikinci kez yazılmıştır. ‘Her halükarda Alicenap’ metni, biryerlere tek başına yürümekten söz eder. Bu, insanın macerasıdır gerçekte ama, ‘tek başınalık’, aynı zamanda şairin kendisinin de yazgısıdır. Pakdil, yolculuğunda yanına dostlarını, öğrencilerini de almıştır ama, gerçekte yalnızdır. Biryerlere tek başına yürümüştür, yürümektedir. Bu ilke herkes için geçerlidir. İnsan, mutlak anlamda değilse de yalnızdır, o ebedi yolculuğunu tek başına yapmaktadır. Yarın eylemleri karşısına yalnızken çıkarılacak. Mahkeme-yi kübrada yalnızdır, sıratta yalnızdır, diriliş yerinde yalnızdır. Biryerlere tek başına yürüyen insana şair öğüt verir : Hiçolmazsa sonsuzu kat yanına. Bu ironik bir ifade mi emin değilim, emin olduğum şey, örtük olarak şairin şöyle dediğidir: Yolculuk sonsuzadır, yol, sonsuzdur. Bu durumda yolcu, sonsuz olana göre kendini konumlandırmalıdır. Eylemleriyle vicdanının çatışmaması için bunu yapması zorunludur. Biryerler’den kastı nedir şairin, bunu kestirmek güç. Ama bir belirsizlikten söz ettiği kadar, insanoluştan, onun manevi düzeyinden ve ortamından söz ettiği de kesindir. Bu, insanın her zaman ve zeminde çabasının yüce oluşudur. Yani, insan çabası kadardır (leyse lil insane illa masa’- İnsan için çalıştığından fazlası yoktur) ve inanmış insan, her halükarda alicenaptır, himmeti yüksektir, çabası ulvidir. Gözünü ebedi olana, sonsuza dikmiştir. Ona bakarak yürür, Ona bağlı olarak çabası da yücelir. ‘Kaldıracın Dayanma Noktası’nı yazar, doksansekiz kez yazmış. Burada ‘sabır’ın gücünden ve güçlüğünden söz eder. Sabır bir yerde biter, der yazar. Sabrın bittiği yerden bahseder. Sabır, dayanmadır ve işin Allah’a havalesidir. Tevekkeltü Alellah diyerek, hasbunallahu venimel vekil (Allah en güzel, en büyük vekildir) diyerek, sabra dayanır insan. İşte bunun bittiği bir yer vardır, insan oraya giderse, yine sabırla, bu kez ‘el değmemiş o sabır’la karşılaşacaktır. Yani sabırdan yine sabra kaçacaktır. Sabrın sonu yine sabırdır. Orada insan yeni başlıyormuş gibidir. Sabrın tükenmeye başladığını hissettiği noktada insanı Allah’ın izniyle tekrar sabır karşılayacaktır. İşte kaldıracın dayanma noktası budur. Yazar kaldıraçla sabrı niteler. Bu teşbih gerçekten de amacına uygun bir benzetmedir. Benze(t)me yönü güçlü olduğundan okuyana da inandırıcı ve gerçekçi görünmektedir. Ve öncekilere göre daha az tekrarı yapılmış bir metinle, ‘Alevler’le karşılaşırız sonra. Burada şair sanki yanan bir şeyin çıkardığı alevlere uzun süre bakmış gibidir. Bu dizeleri yazarken sanki gözünden alevler yükselmektedir. ‘Ta kendisi diyor taa ordaki hayaline’ Oradaki hayaline kendisinin tıpkısı diyor, o da bunun gibi, yaklaşmak istedikçe kaçıyor. Öyle bir kaçış ki bu, anlatmaya/bakmaya değer. Burada insanın kendi aslından kaçışı da söz konusu edilebilir, sonradan edindiği kişiliği de. Kimi zaman insanın birden fazla kişiliği olur. Ama burada yaklaşılan asli kişiliktir. O hayale yaklaşmak istendikçe kaçar. Bu yakıcı bir şeydir işte. Alevler denmesi bundan. Rafineri metni, bize düşüncenin/duygunun damıtılmasından söz eder. Şiir veya şiirsel metin, yazarın kılıcı kuşanmasına benzer. Cümleler ise dizildikçe donan yakıttır. Bu ilginç benzetme, yazının dile geldikten sonraki halini anlatır. Çünkü at bekler kılıcı kuşananı, bindikten sonra artık, dizildikçe donar cümleler. Arkbaşı’nda Uçurtmalar, yine yazarın çocukluk imgelerinden birine dönüşüyle ortaya çıkar. Arkbaşı için şu nota rastlarız: ‘Çocukluğumun Maraş’ında, bizim Yörükselim mahallesinin yukarılarında, yazın hele de ilkbaharda, kimi günler ikindiye doğru, hanımların (hiç mi hiç erkek olmazdı) çocuklarıyla gittikleri, Ahırdağı’na bakan kırlık.’ Yazarın seksen dokuz kez yazdığı bu metinde, Arkbaşı’ndaki Uçurtmalar, son derece çarpıcı bir imgenin içinden gelir, Pakdil, gökle denizi birleştirir burada. Mavi sudan geliyor sanki dünya, der. Yaşam suda başlamıştır. Su, birliktir, vahdettir. Su, arınmışlıktır, temizliktir, saflıktır. Su, teslim olmaktır, adanmaktır. Dünya sanki mavi sudan geliyor, hayat sanki oradan fışkırıyor, dünya sanki mavi su ile günyüzüne çıkıyor, sonra durmuyor yerinde, güneşe, güneşlere doğru gidiyor yavaş yavaş. Yazar, deniz ve güneş iki evrensel sembol kullanıyor burada. Deniz gerçeği ve birliği, güneş ise İlahi Merkezi, Nur’u temsil eder. Allah güneştir, Elçi (sav) aydır. Biri ışıklı diğeri nurludur. Nur, ışıktan da öte birşeydir aslında, Allah, göklerin ve yerin Nur’udur, aynı zamanda güneştir, varlık alemleri O’nun nuruyla ışır, aydınlanır. Nesneler karanlıktayken üzerine Allah’ın Nur’undan bir parıltı düşmüş ve onların tümünü aydınlatmıştır. Arkbaşında Uçurtmalar’da, yazar, yine çocukluğuna dalar ve oradan bir inciyle çıkar. Uçurtmalara bakarken hissettiği yıllar sonra dile gelmiştir. Yedinci kez yazılmış olan Yatar Kalkar Sorardım’da yazar, düşten söz eder. Rüyalardan ve onların renginden. Düşler renkli mi yapılıyor ki Anne, der. Bu saf ve gerçek soru, anneye sorulur. Çünkü düşünde insan kendisini kollarında uyutan anneyi görür. Anneye dönüş, yazarın saf olana duyduğu özlemdir. Orada soru da saftır, çocuksudur. Safvetin timsalidir. Düş görüyorum, acaba renkli mi onlar, renkli mi yaratılıyor, bunu bilmek istiyorum. Çavlan başlıklı metinde yazar bir ‘direniş’ten söz eder. ‘Arkadaş’ der, ‘kıl tartan terazi misin’.
Niçin bu soru? Terazin kılı kırk yaran, hassas bir terazi mi, ayarevinde gramın binde birini tartan bir şey mi ki, ‘artıyor katsayısı direnişin’. Direniş sözcüğüyle birlikte, bir anda bizi, yeryüzünün farklı yerlerinde özgürlüğü için direnen onurlu savaşçılara götürür. Bu direnç aynı zamanda, insanın, kendi olumsuz kutbuna karşı yürüttüğü mücadele olarak da okunabilir, ikisi olarak ta. İnsan kendi varlığında nefsiyle, yeryüzünde ise zalimlerle savaşmaktadır. Bu direncin, bu karşıkoyuşun katsayı artmaktadır. Nitekim arkasından gelen metin de benzer bir izleğe sahiptir : Tak Tak Tak Tak’ Altında ise şunu okuruz : ‘Bu kadar ayak/Yürür Devrimde’. Buradaki devrim, insanın asli doğasına dönüşü, toplumun ise zulümden arınması biçiminde okunabilir. Bunun dışında bazı imaları da içerir ama, esas itibariyle ‘devrim’, insanın fıtratına, fıtri gerçeğine dönüşüdür. Sözcüklerin ses değeri Pakdil’de son derece önemlidir. Kimi zaman görsel çağrışımları kimi zaman da ses çağrışımlarını önemser kelimelerin. Görsel ve işitsel değerleriyle sözcüğü kullanır. Bu metnin başlığında uygunadım, kararlı ve amaca doğru azimle yürüyen bir dizi insandan söz edildiğini bir efektle zihnimizde canlandırabiliyoruz. Alo İnfaz’la yazar yerinaltına girer, veya oraya imada bulunarak, ‘duvar’ların çökeceğinden bahseder. Bu metindeki anahtar sözcük ‘duvar’dır. Şair, duvarı bir imge biçiminde kullanmaktadır. ‘O duvar’ der. O duvar neresidir? Kimdir? Orada neler olup bitmektedir? Bütün bunları, biz metnin tümünden çıkarırız ancak ama, yine de kapalı, örtük bir gönderme yapıldığı için, burada da farklı anlamlara imkan veren bir okuma biçimi gerekmektedir. ‘O duvar da arkasındakiler de/De de bu duvarlar çökecek tamam’. Yazar ‘bu duvarlar’ı büyük harflerle yazmış. İnsanın yürüyüşü esnasında karşısına dikilen duvarlar. İnfazın yapıldığı yerler. O gizli ve mayınlı bölgede birşeyler olup bitmekte. Yazar bunu güçlü bir biçimde ima eder. Duvar imgesi gerçekten de çarpıcıdır ve tüm duvarların çökeceğini muştular şair. Onu görmüştür, görmüş gibidir, ‘tamam’ der. Bu deyişten de anlarız ki, şair duvarların da çökeceklerinin de farkındadır. Bunu bize, ‘Alo İnfaz’la bildirecektir.
‘Bul’ başlıklı metin de ‘az’ yazılanlardan, onikinci kez yazılmış: ‘Bo. dolduruk tulum gibi bo/ğum boğum uzayıp gidiyor’. Bir tulum geliyor gözümüze, boğum boğum uzayıp giden bir tulum, onu dolduruşumuzdan söz ediliyor. Buradaki çağrışımı izlersek, yani başlığa uyup, onu bir buyruk kipiymiş gibi algılar da yola çıkarsak, tulumun boğumlarının uzayıp gittiğini görürüz. Boğaz dokuz boğumdur. Tulum, değerli bir şeyin saklandığı bir şeydir. Ardından bizi uzun başlıklı nefis bir metin karşılıyor : ‘Dağlarda Mezralarda/Yollarda Kırsallarda/Damlarda Sokaklarda/Ucundan Silahların’ Yüzyetmişüçüncü kez yazılmış metin. Alt metin bunun devamıdır kuşkusuz, yazar şöyle der: Tüm çocuklar gözyaşı/Akıp dururlar sana’. Gözyaşından sonraki ‘gibi’ gizlidir. Yine benzetme yönü güçlü olduğundan edata gerek kalmamıştır. Yazar hem ülke hem de dünya çocukluğunun ‘gözyaşı’nı belirterek, zulmün öncelikle onları vurduğunu söyler. Çocuklar ağlamaktadır, onların gözyaşı sürekli akıp durur bize. Biz kimiz? Hem onlara zulmedenleriz, hem de bu zulmü seyredenler. ‘Raylar’da biraz daha sarihtir ve liriktir. ‘Bir çentik at tarihe’ der, ‘haydi uzat/Ellerini varır bulur ellerim’. Bu dizeler de yine çağrışım bakımından zengindir. Yazar, burada kişisel tarihindeki bir olaya mı gönderme yapıyor yoksa metnin yüzeyinin altına inildiğinde karşımıza çıkan anlamda ‘tarih’ten mi söz ediyor, kararsızım ama, nereye gönderirse göndersin, sonuçta tarihe bir çentik atmaktır derdi. ‘Surda bir gedik açtık/Mukaddes mi mukaddes/Ey kahpe rüzgar/nereden esersen es’ dizelerini hatırlatır. Ellerin buluşması, tarihe bir çentik atılmasıyla mümkün olacaktır. ‘Gemi’ başlıklı metinde, yazar şöyle der : ‘Yokyere akşam mı çöktü ne/Durup durup baktı eline’ Bir gurup vakti. Gemideyiz. Gemi bineğimiz, bizi gideceğimiz yere ulaştıran araç, belki ‘dünya’, onun metaforu. Akşam çöküyor, ‘yokyere’. Niçin yokyere? Ortada bir neden yokken. İkide bir eline baktı. El, geri kalandır. Gemi, sanırım dünyadır, akşam ise, ölüm olabilir, ayrılık olabilir, iddianın sönmesi olabilir. Bu metin de birçoğu gibi oldukça kapalı ve farklı anlamalara imkan verir niteliktedir. ‘Yürüyen Geceler’, yine yazarın görsel bir imgeyi, bir resmi, canlı ve renkli biçimde gözümüzün önüne getirdiği ilginç metinlerden biridir. Dört halifenin kolkola Mekke’de yürüdüğünü anlattığı metnindeki gibi pitoresktir ve iki sözcükle inanılmaz bir tasvir yapar: ‘Erenköy’den Bostancı’ya/Bostancı’dan Erenköy’e’ Bu iki mekan arasında geceler(boyu) yürü(n)mektedir. ‘Kapsül’ başlıklı metinde, yine yürüyen gecelerdeki gibi bir betimlemeyle karşılaşırız: Haydarpaşa’nın kapılarının açılışı. Vapur yanaşır iskeleye, çımacı, halatı, iskele babasına bağlar bağlamaz olur bu. Tek dizeden oluşan bu metin bize zengin bir görsellik sunar. Haydarpaşa, mekan olarak İstanbul’u simgeleyen ilginç yerlerden biridir. Onun seçilmesi tesadüfi değildir kanımca. Bir sonraki metinde yazarın muradı anlaşılır: ‘İstanbul’. ‘Ustayızdır sulara bakmada da/Reddediyoruz canım yaşlanmayı’. Bu dizelerde, şairin İstanbul’u bir imge gibi kullandığını görüyoruz. Şehir, içinde en büyük coşkuların da kaynadığı, canlı, dipdiri, rengarenktir. Sulara bakmak, hem arınmadır hem de suyu bir ayna gibi görmektir. Oraya bakınca neler görüyor şair? Gençliği, tazeliği, diriliği ve arılığı. Bu dertte ustayızdır, diyor. Biz buna alışmışız, bunda ustalaşmışız. İstanbul, bizim kendi medeniyetimizin başkentidir. Bir özetidir Anadolu’nun. Doğunun en batısı, batının en doğusudur. Bu yüzden değerli bir mekandır. ‘Köz’ başlı metin gelir ardından. Yazar burada insan emeğini yüceltir, işçiyle işveren arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine ilişkin bir ilke sunar: ‘Amelenin alınteri kıvrılıp/Da dolansa kulağına patronun’. Nolur o zaman? Kuşkusuz, emeğin ne denli kutsal olduğu anlaşılır. ‘Alınteri kurumadan karşılığını verin işçinin’ buyruğunun değeri anlaşılır. Bu köz’dür, ateştir. İnsan emeği sömürürse, bunun karşılığı ateştir. Bu köz gibi bir şeydir, sakınmalıdır ondan. ‘Koku’ metni yine Pakdil’in özgül gramerince algılanmalıdır. Alabildiğine soyut ve kapalı. ‘Hiç duyulmayan söylev ömür ömür/(Hıçkırınca bir yudum su iç sesi)’ ‘Teselli’ gelir sonra, şair, ‘kaç omurga çöktü’ der, ‘Direniş tuttu seni’ Yine dirençten, direnişten söz eder. Bu bir tesellidir yani omurga çöktüren bir şeydir ve seni direniş tutmuştur. Ona tutunmuşsundur, kaç omurgan çökmüştür kim bilir. Aliterasyon da yapılan ‘Gür’ adlı metinde yazar, ‘özsorgu’dan bahseder, iç muhasebeden. Elektriğe doğru ilerlemenin koşulu, özsorgudur. Bu nasıl gerçekleşebilir? İliklerine işlemelidir. O zaman gürdür özsorgu. Yüzonbirinci kez yazılmış olan ‘Rampa’ başlıklı metinde, ilginç bir terkip kurar: ‘Katışıksız boyun’. Bunun kalmadığından söz eder ve cümleyi şöyle çatar: ‘Katışıksız boyun kaldı mı ki mi dedin de’ ‘Kah Kah Kah’ başlıklı metin de ise, başkaldıran heyheylerin kimileyin boğulduğundan, bazen de ansızın ortalığa bıkarıldığından bahsedilir. Kitapta en çok yazılan metinlerinden biri, ‘Tohumlar’dır: ‘Atılacak bir sonraki adım ka_ / dar güzeldir sessiz tek gece bile’ Bu yoğun şiirsel metinde, geleceğin nasıl oluştuğundan söz edilmektedir. Bir sonraki geceye ekilen, sessiz ve güzel bir şeydir tohum. Bir sonraki adım gibidir. İkisi de güzel ve sessizdir. İfadenin burada iyice kılcallaştığını görürüz. Pakdil’in gramerinin tipik örneklerinden biridir bu. Tıpkı, onyedinci kez yazılmış olan şu metin gibi: ‘Lokanta Önündeki Berduşlardan/Biri Ağzını Cama Yapıştırdı’. Mevziler kıpırdansa mecazidir. Mevzi, konumlandığımız yerdir. Durduğumuz, baktığımız, sakındığımız yer. Karşımızdakine saldıracağımız yer. Bu mecazidir. Az daha yalaşalım, ‘yanaşalım’ı çağrıştırır ama o değildir, motordan söz edilir çünkü. Motor yalaşır çalıştıkça. ‘Hokkası’nda ise yazar yeni bir sözcük üretir: Direnti. Türkçe dilbilgisine aykırı olmayan bir sözcük. Direnmek’ten –ınti/-inti eylemden ad yapma ekiyle üretilmiş bir kelime. Direnti bir ateştir, hokkası, ona az daha benzin dökerek alevlendirir iyice, ateşi harlandırır. Ve ‘Metin’ başlıklı bir dize daha gelir: ‘Daha uca götürülmeli ki polimini atınca insan da var demeli’ Polim, argo bir sözcük, polim yapmak/atmak tafra satmak, zeytinyağı gibi üste çıkmak, hava atmak gibi anlamları içerir. Metin daha uca götürülmeli. Belki de açık uçlu olmalı. Açık olmalı ki, insanın var demesine imkan bırakmayacak biçimde olgun olsun. Ve kitaba ad olan o metne, ‘Has’ dizeye gelir sıra. Bu bir mısra-yı berceste gibidir: ‘Sükût sûretinde/Çok koyu düşer ses’. Elbette böyledir. Sessizlik, anlamın demlenme vaktidir. İnsanın içinde ne kadar çok birikirse, o denli koyu dökülecektir kelimelere. Sessizlik, insanın kendi içine doğru yönelmesidir. Bu yöneliş, söz’ün de yüreğine doğru yapılmaktadır.
EDY © 2002 - 2016 | Hata Bildirin | Yasal Uyarılar | eMail Kayıt | Mobil Cihazda Aç | +90 532 291 7896 |